(...) 

Eşref-i mahlûkat: İnsan

 İnsan ile ilgili herhangi bir fikriniz olmadığı takdirde başka hiçbir şey hakkında fikriniz olamaz. İzzetİzzetbegoviç de bütün büyük düşünürler gibi insan ile ilgili söz söylemekte ve insanı diğer varlıklardan ayırt eden özellikleri öne çıkarmaktadır. Bir Müslüman olarak İzzetbegoviç, önce insanın dünya dışı bir varlık olduğunu dile getirir. Çünkü bütün dinlerde insan, Cennet’te yaratılmış müstakil bir varlıktır ve diğer varlıklardan üstün kılınarak “yeryüzü halifesi” ilân edilmiştir.

 Materyalizme göre ise insan, “mükemmel hayvandır”. Yani dünyada tekâmül prensibi gereğince ilk ortaya çıkan canlının son ve en gelişmiş hâlidir. Bize göre ikincinin yanlış, birincininse doğru olduğunda şüphe yoktur. Çünkü sadece diğerlerinden daha gelişmiş olması, insanı diğer varlıklardan, meselâ bitki ve hayvanlardan daha farklı kılmaz. Hiç dile getirilmemiş olmasına rağmen tekâmül nazariyesi, insanın bir süre sonra yerini kendisinden daha gelişmiş bir türe terk etmesini de gerektirmektedir. Bu durumda hümanizmanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bir süre sonra zaten yok olacak bir varlık hakkında bunca edebiyat yapmanın ve hakkında nazariyeler geliştirmenin bir anlamı yoktur.

İzzetbegoviç’e göre insan, âfak (dış dünya) ve enfüsten (iç dünya) oluşan bir varlıktır ve bu yüzden bir yanı kültüre, bir yönü de medeniyete dönüktür. İnsan içe doğru yaptığı yolculukta kültür, dışa doğru yaptığı yolculukta medeniyet inşâ etmeyi başarmış bulunmaktadır. Aynı anda takvâ ve fücura bilkuvve sahip olan insan, dünya hayatı boyunca yeryüzü hâkimi olarak varlığını sürdürmektedir. İzzetbegoviç’in zihninde ise gerçek insanî değer “kültür”, onu kendi özünden uzaklaştıran ise “medeniyet”tir.(...)

(...) 

Ehl-i Beyt (Hâne Halkı): Aile

İlk bakışta insan, aile, şehir ve mimari arasında bir alâkanın olmadığı sanılabilir ya da aralarındaki doğru orantılı bağ görülemeyebilir. Bu yüzden bu makalenin başlığı da okuyucuya insicamlı görünmeyebilir ya da eklektik gelebilir. Hâlbuki biraz derinlemesine düşünüldüğünde ya da içinde yaşadığımız şehirlerdeki boşanmaların artışı ve ailelerin dağılma süreçleri gözlemlendiğinde, sözünü ettiğimiz organik bağ fark edilecektir.

Kabul etmeliyim ki aile, köy, şehir ve mimariyi birbirine bağlamak, ancak benim gibi belediyecilik yapan insanların zihninde zorlama bir düşünce olabilir. Lâkin yine de bunların birbirleriyle çok yakından alâkalı olduğunu ve içinde yaşadığımız şehirlerin yol açtığı problemlerin çözümünde sözünü ettiğim bağlantıyı kurmanın faydalı olabileceğinde ısrarcıyım. Çünkü ilâhiyat tahsili almış biri olarak, on küsur yıldır fiilen yürüttüğüm belediyecilik faaliyeti esnasında bittecrübe müşahede ettiğim gerçeklikler, bunlar arasında organik bir bağın olduğunu göstermektedir. Hattâ şehirlerimizdeki birçok problemin, bu bağlantıyı görmemekten kaynaklandığını söyleyebilirim.

İki ya da üç oda ve bir salondan müteşekkil apartman dairelerinin insanları “çekirdek aile” denen bir dokuya zorladığını, başka türlü yapmanın mümkün olmadığını açık bir biçimde görmek mümkündür. Meselâ ve maalesef, hiçbir evlât ihtiyarlamış ana babasını bu meskenin içine alamamakta, olsa olsa bir iki sokak ötede başka bir daireye taşıyabilmektedir. (...)

Şehir ve mimari

İzzetbegoviç, Batı ve komünist şehirleri göz önünde bulundurduğu için haklı olarak şehir hakkında daha çok olumsuz kanaat serdeder. O şehirlerin reddedilmesini gayr-i fonksiyonel görse de insanî bir reaksiyon olduğunu düşünüyor ve şairlerin, şehirlerin “cehenneminden” söz ettiklerini dile getiriyor.

İzzetbegoviç’in en çok eleştirdiği şehirler, sosyalizm ve komünizmin inşâ ettiği yerleşim yerleridir. Ona göre en şahsiyetsiz ve en can sıkıcı şehirler ya da semtler buralardır. Komünizme göre insanda rûh olmadığından, şehirlerin rûhundan da söz edilemez. Bu nedenle komünist zihinle inşâ edilen şehirlerde estetik, uyum, ahenk ve mimari haz gibi hususlar aramanın hiçbir mantıklı tarafı yoktur.

İzzetbegoviç’in şehirler hakkında sarf ettiği olumsuz görüşlerin bir nedeni de, şehirlerin büyümesiyle dindarlığın ters orantılı olarak azalmasıdır. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök o kadar ufalmakta, tabiat, çiçek ve aydınlık azalmakta, buna karşılık duman, beton ve teknik o kadar çoğalmaktadır. Bu hâl, insanın şahsiyetini azaltmakta ve kitleye dönüşmesine sebep olmaktadır. Dindarlık şehrin büyüklüğü ile ters orantılı, cinayetler ise doğru orantılı olarak artmaktadır.

İnsan her ne kadar tabiatüstü bir varlık olsa da tabiat içinde yaşamak üzere yaratılmış ve fıtratı buna göre dizayn edilmiştir. Bu nedenle insan, köylerde kendi fıtratına uygun bir hayat sürebilmekte, yıldızlar ile süslü bir gök, çiçekler ile dolu kırlar ve tabiatın tezâhürleri ile her gün sürdürülen doğrudan temas, zengin folklor, düğün âdetleri, türkü ve oyunlarda sadece seyirci olmayıp aynı zamanda iştirakçi olmak, köylülerin geliştirdiği güzel işlerdendir. (...)

Yazının aslına ulaşmak için bağlantıya tıklayınız.